Homo Deus Yarının Kısa Bir Tarihi

Kitap ismi mutlaka tanıdık gelmiştir. Özellikle bir önceki yazımda bahsettiğim Sapiens kitabından mutlaka bu kitaba da aşinasınızdır. Sapiens’i sipariş verip okumaya başladığımda aklımda bir sonraki kitap belliydi, Homo Deus’u okumaya o zamandan kararlıydım. Bu sefer kitabı ikinci el olarak Ankara’da Zafer Çarşısı yanı Adil Han’daki bir sahaftan aldım. Sapiens kitabının incelemesini okumak için buraya göz atabilirsiniz.

Kitap sondaki kaynakça ve notlar kısmını çıkarınca okunacak toplam 415 sayfadan müteşekkil ve üç ana bölümden oluşuyor,

I. Homo Sapiens Dünyayı Fethediyor
II. Homo Sapiens Dünyayı Anlamlandırıyor
III. Homo Sapiens Kontrolü Kaybediyor

homo deus

Kitabı Okumadan Önceki ve Sonraki Düşüncelerim

Sapiens’i okuduğum için Homo Deus’a sanki bir ön hazırlık yapmış gibi hissediyordum. Nasıl olsa aynı yazarın aynı konjektördeki kitabını daha önce okudum, bu da benzer şeylerden bahsediyor, diyordum. Aslında bir bakıma öyle, ikisi de insan üzerinden çıkarımlar yapıyordu. Fakat Sapiens yaşanmış bir tarih üzerinden bilimsel bulgular ışığında yorumlar yapıyor. Yani bir bakıma zaten bilinen olgular üzerinden yorum yaparak anlam çıkarmaya çalışmış Harari, hatta bir röportajında da kehanetlerde bulunmadığını öngörülerde bulunduğunu söylemişti. (Ayrıca tüm röportajı buradan izleyebilirsiniz.)

Homo Deus’ta ise durum biraz daha farklı. Hani bir söz vardır, tarih tekerrürden ibarettir, işte bu iki kitabında kesiştiği noktalardan birisi de burada. İnsanın binlerce yıldır doğası hiç değişmiyor; yani karnı acıkıyor, uykusu geliyor bunlar temel konular. Daha ayrıntılara girecek olursak Maslow’un İhtiyaçlar Hiyerarşisinde de belirttiği özellikler binlerce yıldır var. Güvende olma, saygınlık, ait olma, üreme gibi bir çok temel ihtiyacımız hiç değişmeden genlerimizde bu günlere kadar gelmiş durumda. Birisi saygısızlık yaptığında, küfür ettiğinde ya kavga ederiz yada daha medeni insanlar olarak karşımızdaki kişiyi mahkemeye verebiliriz, aç kalma (ve ölme) korkusu ile bir işe gireriz, güvende hissetmek adına bir barınak yani evde yaşarız. Şimdilerde bu güven ihtiyacına bir de sigorta eklenmiş. Daha detaya girmek istemiyorum, çünkü sigortanın da binlerce yıl önce benzerleri var, hatta buna benzer ve en güzel sanırım Hammurabi kanunları örnek  gösterilebilir.

Peki, bunca genetik kod bizimle gelmişken binlerce yılda ne değişti? Evrim aslında bu soruyu cevaplıyor. Bizim binlerce yıl önceki özelliklerimizle şimdiki arasında ne fark var, biraz daha ileri gidersek de gelecekte ne gibi farklar olacak gibi konular üzerinde varsayımda bulunuyor.

Lafı daha fazla uzatmadan Homo Deus’un içeriğine getirecek olursak yukarıda bahsettiğim gibi Homo Deus gelecekte insanın nasıl bir canlı olacağını, ne gibi yetenekleri, nasıl bir teknoloji ve zekaya sahip olacağını konu alıyor, daha doğrusu çıkarımlarda bulunuyor. Bunların arasında benim en çok ilgimi çeken beden işçiliğinin tamamen tarih olacağı konusu oldu. Bir de bilimin ne gibi zorluklardan çıkarak bu günlere geldiği üzerindeki anlatımlar çok ilgimi çekti. Gelecekte fiziki olarak insanların işçi olmayacağını ön gören bu düşünce, önceleri doğadaki hayvanları ehlileştirerek kendi işimizde kullanmamızdan yola çıkıyor. Mesela tarım devrimine geçtiğimizde tarlayı insan kendi gücü ile sürmek yada ekip biçmek yerine artık öküzlerden faydalanıyor, gibi. Bunun da bize en önemli getirisi ise üretimin ucuzlaması ve daha çok üretim olması. Bir insan yılda 10 dönüm tarla ekip hasat kaldırırken öküz gücünden faydalanarak yılda 50 dönüm tarla ekip hasat kaldırabilir. Bu sayede de hem üretim ucuzlar ve daha çok üretim olur.

yuval noah harari

Homo Deus’tan Neler Öğrendim?

Önceki örnekten devam edecek olursak, gelişen teknoloji ile öküzlerin yerini şimdilerde traktörler almış durumda. Traktör demek; acıkmayan, yorulmayan, hastalanmayan ve bakım istemeyen modern bir öküz demektir. Hani ünlü bir söz vardır, bir bardak taze süt için evde inek beslenmez, yani bahar gelince tarla ekip yaz geldiğinde hasat kaldırılan bir iş için tüm kış ahırda boş boş yatan ama her gün yem isteyen, temizlik ve bakım isteyen, aşılarının yapılması gereken bir traktör düşünün. Yani teknolojinin bize kazandırdığı şey bu tür ayrıntılara bakıldığı zaman o denli büyük ki bunu idrak etmek gerçekten güç. Eğer hala sabanda öküzle tarla sürüyor olsaydık şuan fırından aldığımız ekmek hala 1 tl olur muydu? Sanayi devrimi ile artık iş gücü ve ürünler ucuzladığı için alım gücü de artıyor. Sürekli bu ucuzlamayı da bedava gıda takip edebilir. Yani insanlar artık fiziki olarak çalışmadığı için, fiziksel her işi iş makineleri ve robotlar yaptığı için üstelik bu makineler ve robotlar iş karşılığında herhangi bir ücret, ayrıcalık yahut karşılık beklemediği için doğal olarak insanın çalışmasına gerek kalmıyor. Yani yan etki olarak milyonlarca işçinin bir anda işsiz kalması durumu ortaya çıkıyor. Fakat üretim ucuzladığı ve maliyetler azaldığı için devamında bedava gıda sağlanma imkanı da arttığı için işsiz kalsa dahi aç kalma problemi de çözülmüş oluyor. Bazı öngörülere göre gelecekte yaşamak için çalışma zorunluluğu da kalmayacak. Bunun için öngörüler arasında vatandaşlık maaşları bazı devletlerin gündeminde.

Üstelik daha çok hasat ucuzluk demek olduğu kadar daha çok iş alanı demektir. Yani bir çiftçi 5 ton buğdayı evinin kilerinde saklayabilirken 50 ton ürettiğinde bu sefer daha büyük depoya ihtiyaç duyacaktır. Bunun için bir inşaat ustasından ücreti karşılığında kendisine depo yapmasını isteyecek ve inşaat sektörü tarım sayesinde gelişecektir. Farklı bir örnek için de kitaptan alıntı yapalım, sayfa 220-221’de geçen bir örnekte, saatlik 100 dolar ücretle çalışan yazılımcı bir kadının babası hasta olur ve babasıyla ilgilenmek zorunda kalır. Ama babası ile ilgilenirken işlerinin aksadığını fark eder. Bu nedenle saatlik 12 dolar ücretle çalışan bir bakıcı ile anlaşır ve hem kendisi işinden geri kalmaz hem de babasının ihtiyacını görmüş olur. Bu şekilde çalışma sonucunda hem yazılım sektörü ilerleme hızından bir şey kaybetmez, hem babası mağdur olmaz hem de bakıcılık sektörü gelişmeye başlar. Buna duruma da (kitapta) win win (kazan kazan) ilkesi deniyor.

Bilimin Gelişmesi İçin İnsanoğluna Düşen Yegâne Görev  “Fedakarlık”

Kitaplarda, belgesellerde ve hatta derslerde bize anlatılanlar bilim insanlarının bir iş üzerinde ne kadar çalıştığını, bir formülü çıkarabilmek için ömürlerini feda ettiklerini öğrendik. Belki de buna en güzel Marie Curie örnek gösterilebilir. Ancak asırlardır bilimsel çalışmalar hep farklı nedenlerden dolayı hep engellerle karşılaşmıştır. Bu konuda çok detaya girmek istemiyorum, sonuç olarak okuduğum kitapla ilgili bir yazı yazdığım için bu konuyu da kitaptan alıntı ile tamamlamak istiyorum.

Homo Deus sayfa 214-215’te bahsedilen bir konu var. Dizanteri hastalığı üzerinden bir örnekle bizlere bilimin nasıl gelişebileceğini anlatmış, hatta bu önerme sadece bilim değil ticari bir şirketin, ülkenin vb. bir çok insanların dayanışma ile yürüttüğü oluşum için de geçerli olabilir. 214 ve 215. sayfalarda dizanteri salgınından her yıl mustarip olan bir kasaba örneklemesi yapılmış. Bu kasabada yaşayan insanların tıbbi bir ilaç, tedavi yöntemi yada önlem amaçlı bir bilgi ellerinde bulunmuyor. Hastalığa karşı tedavi ve ilaç geliştirmek için maddi kaynağa, zamana ve bilgiye ihtiyaç vardır. Kasabadaki çiftçi diğer kasabalıların kendisine maddi destek sağlaması karşılığında tüm zamanını bu hastalığa karşı bir ilaç geliştirmek için harcayacağını borcunu da bu şekilde ödeyebileceğini düşünür. Bu sayede aldığı maddi destekle bu hastalık üzerine araştırmalar yapıp deneylerle hastalığın kaynağını bulacak, ilaç geliştirip bir tedavi yöntemi bulacaktır. Bu fikrini kasabaya açıkladığı zaman kasabanın değirmenci, fırıncı, demirci bu işe razı olmazlar. Çünkü ortada olmayan bir iş için kazançlarından bir kısmını çiftçiye vermeyi kabul etmezler. Ne var ki çiftçi geçimini sağlamak adına gönülsüz olarak tarlasını sürmeye dönmek zorunda kalır ve kasaba dizanteriden kırılsa dahi kimse hastalığa bir çözüm getirmek adın bir iş yapmayacak sadece karınlarını doyurma tasası güdeceklerdir.

İşte bu örnekle bilimin ne gibi zorluklarla geliştiğini Harari bizlere anlatmış. Dünyadaki insan nüfusu önceki 10 seneye oranla 5 kat artmıştır, fakat üretim sadece 1,5 kat arttığı için kıtlık başlamış ve ekonomik krizler buna bağlı olarak da açlıklar ortaya çıkmıştır. Güçlü olan güçsüzün elindeki ekmeği almış ve sömürgecilik başlamıştır. Ancak bazı devletler bu gidişin bir gün tıkanacağını ve mutlak sonun geleceğini önceden fark etmiş, bilimsel ve teknolojik çalışmalara yönelmiştir. Günümüzde ise devletler toprak için savaşmayı artık bir kenara bırakmış, bilgi savaşına girmiştir. Güçlü devletler diğer devletlerdeki süper dehaları keşfedip cezbedici imkanlar vererek kendi ülkesinde çalışmak için istihdam etmiş ve beyin göçü başlamıştır (1,2).

Bizlere düşen en önemli görev ise fedakarlıktır. Fedakarlık derken bunu boş bir argüman olarak söylemiyorum. Harari Sapiens’te bahsettiği konulardan birisinde insanın yeryüzüne hakim olmasındaki en önemli unsurun bilinenin aksine düşünen canlılar olmamızdan dolayı değil, birbirimizle olan dayanışmamızdan geldiğini öne sürüyor. Çünkü zeka ve düşünce yapısı diğer canlılarda da olan bir özellik, ancak bunu dayanışma ve sistematik bilgi birikimi (yani bilim) ile bütünleştirmedikleri içi yeryüzüne başka canlı değil insan yani Homo Sapiens hakim olmuştur. Bunu bir betimleme ile örneklendirmek gerekirse; kullandığımız telefon bozulduğu zaman telefon tamircisi olan başka bir Sapiens’e gider telefonumuzu tamir ettiririz. Karşılığında ilk başlarda takasla öderken dünya genelinde en çok kullanılan dönüşün aracı olan parayı bulup para ile öderiz. Ancak ormanların kralı olarak nitelendirilen aslanlar hastalandığı zaman tedavi olmak için doktor olan başka bir aslana gidip muayene olmazlar yada ticaret yapıp kredi kartı ile ödeme yapmazlar. İşte bu nedenle yani dayanışma ile gelişen bir toplum olmuşuz. Fedakarlık derken bu örnekten destek alarak bahsediyorum. Eğer bilimin gelişmesini ve daha iyi otomasyon sistemleri, ilaçlar, tedaviler, robotlar, akıllı telefonlar istiyorsak ya bunları geliştirmek için çalışmalı yada bu alanda çalışan insanlara destek olmalıyız. Ben kendi adıma, mühendislik öğrencisi olduğum için de, sürekli kodlama, çizim ve tasarım öğrenip bir şeyler üretmeye çalışıyorum. Sürekli okuyorum ve araştırıyorum. Hatta öğrenme aşamasında olduğum için katkı sağlayamadığımı düşündüğüm için Evrim Ağacı’na Patreon üzerinden (öğrenci bütçesi) çok cüzi miktarda maddi destekte bulunuyorum, Destekliyorum sayfamda sitemi ziyarete gelenlere de bu kişileri duyurarak destek olmaya çalışıyorum. Yani fedakarlık (yapabildiğim ne ise) yapmadan fadakârlık yapmalıyız demek çok boş bir laf olurdu.

Yazının Sonuna Doğru

Kitap içinde daha bir çok uzun uzun yazarak bitmeyecek kadar konu bulunuyor. O nedenle kitabı okumakta fayda var, hem okumayanlar için burada daha fazla alıntı yapıp spoiler (tatkaçıran) vermek istemiyorum. Bunlardan bazıları önce kendi dünyamızı ve daha sonra farklı gezegen ve galaksileri keşif/fetih, ölümsüzlük, siborg robotlar vb bir çok konu.

Sapiens ve Homo Deus’u okuduktan sonra düşüncelerimde ciddi değişiklikler oldu. Bu değişim kitaptan çok etkilenmem değil, öğrendiğim bilgileri yorumladıkça oluşan bir şey. Şunun da altını çizmekte fayda var, bu kitaplarda anlatılan her şey tamamen doğru olmayabilir. Bu nedenle öğrendiğimiz her bilgiyi sorgulamadan inanmamakta fayda var. Bu kitaptan sonra biraz daha hafif ve biraz da dinlenmek adına Stefan Zweig’ın Satranç isimli kitabına başladım. Bitince burada incelemesini yazmayı düşünüyorum.

Güncelleme: Kitabı okudum ve incelemesini de yazdım. Buradan okuyabilirsiniz.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir